To be, or not to be, that is the question
Var olmak ya da yok olmak… İnsanın zihnini kemiren, ruhunu sarmalayan o kadim soru. Hayatın ağır yükü altında ezilirken, acıların ve kahırların içinde kıvranırken, insan kendini bu sorunun kıskacında bulur. Yaşamak mı, yoksa ölümün sessiz kollarına kendini bırakmak mı? Hamlet’in o unutulmaz monoloğu, insanın içindeki bu çelişkiyi en derin haliyle ortaya koyar. Peki, bu soruyu kendi gerçekliğimizde, kendi zamanımızda yeniden düşünsek? Kendi acılarımızla, kendi kaderimizle yüzleşsek?
Modern dünyanın karmaşasında, insanın varoluş mücadelesi belki de hiç olmadığı kadar çetrefilli bir hâl aldı. Zalim kaderin darbeleri artık sadece kişisel trajedilerden değil, küresel kaosun, teknolojinin, yalnızlığın ve anlamsızlığın gölgesinde de vuruyor. İnsan, bir yandan kendi benliğini korumaya çalışırken, bir yandan da dış dünyanın acımasız talepleriyle boğuşuyor. Bu koşullarda direnmek mi daha asil, yoksa teslim olup çekip gitmek mi?
Hamlet’in sorguladığı gibi, ölüm bir kaçış mıdır? Yoksa bilinmeyenin karanlık sularına atılmak, yaşadığımız acılardan daha mı korkutucu? Ölüm belki de bir uykudur; fakat bu uykuda ne tür rüyalar göreceğimizi kim bilebilir? Belki de ölüm, yaşadığımız acıların sonu değil, yeni bir bilinmezliğin başlangıcıdır. İşte bu belirsizlik, insanı düşüncenin kıyısında bırakır. Bilinç, hem bir lütuf hem de bir lanettir. Acıyı hissettirir, fakat onunla yüzleşme gücü de verir. Ancak bu güç, insanı çoğu zaman eylemsizliğe, kararsızlığa sürükler. Tıpkı Hamlet’in trajedisinde olduğu gibi.
Modern insanın trajedisi, belki de tam olarak bu eylemsizlik halidir. Düşüncenin labirentlerinde kaybolmuş, attığı her adımın doğruluğundan şüphe duyan bir varlık. Zamanın kırbacı altında, gururunun çiğnendiğini, sevgisinin değersizleştirildiğini görür. Kanunların yavaşlığına, yüzsüzlüğün hızına tanık olur. İyilerin kötülere boyun eğişine şahitlik eder. Ve tüm bunların karşısında, bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak fikri, zihnini anlık da olsa meşgul eder. Ancak bilinmeyenin korkusu, onu geri çeker.
Peki ya direnmek? Yaşamın tüm acımasızlığına rağmen ayakta kalmak, mücadele etmek, belki de bir anlam yaratmak? Bu, insanın en büyük trajedisi ve aynı zamanda en büyük zaferi olabilir. Çünkü insan, acıyı hissetme kapasitesiyle ve onunla yüzleşme gücüyle var olur. Belki de asıl mesele, var olmanın kendisidir. Yok olmanın cazibesine rağmen yaşamın ağır yükünü taşımak, insanın en insani eylemidir.
Hamlet’in monoloğu bize sadece bir karakterin iç çatışmasını değil, insan olmanın özünü anlatır. “Var olmak ya da yok olmak…” Bu soru, her çağda, her insanda yeniden yankılanır. Belki de cevap, sorunun kendisinde değil, onu sormaya devam etme cesaretimizdedir. Çünkü düşünmek, var olmanın en büyük kanıtıdır. Ve belki de tam da bu yüzden, yaşamaya değer.
Belki de insan, bu soruyu sormaya devam ettikçe, kendi varoluşunun anlamını da keşfeder. Çünkü yaşam, sadece acılar ve kahırlardan ibaret değildir. Aynı zamanda umutların, sevgilerin, direnişlerin ve yaratıcılığın da bir alanıdır. Ve belki de insan, bu ikilemin içinde kendi yolunu bulabilir: Hem düşünen hem eyleyen bir varlık olarak… Hem var olmanın ağırlığını taşıyan hem de yok olmanın cazibesine direnen bir varlık olarak…