Yolun yarısına gelmeden yazmak istedim bunu. Bu bir nevi yarı yola gelmeden şiyarımı kaleme alma girişimim. Geçmişte daha çok yazıyordum ama o efor kalmadı. Geçmişte gençtik sonuçta ama artık o kadar genç hissetmiyorum. Çok boktanmış bu büyümek. Her neyse asıl konumuza dönelim. En son mutlu olduğumu hissettiğim güne istinaden. Bir daha hiç huzurlu uyuyamayacağımı düşündüğüm anlarda boş durmaktansa yazayım en iyisi dedim. En sevdiğim alıntı ile başlamak istiyorum;

“Önce kelime vardı” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimelerden önce de Yalnızlık vardı ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık… Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, yalnızlılığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.
İşte böyle yazmıştı Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da. Okuyup da ne dediğini anlamadığım ilk romanlardan biridir. Okumak için yanlış bir yaşta başladığımı düşünüyorum. Ve ne gariptir ki en sevdiğim romanlardan biridir. Benim yazmış olmak isteyeceğim şeyleri yazıyor çünkü. Fazlasıyla kıskandığım. Ben hep yalnızdım. Doğdum yalnızdım, okulda yalnızdım. Büyüdük yine yalnızdım. Kalabalığın içinde yalnızdım. Bir ovanın düz oluşu gibi yalnızdım. Yalnızlığımdan şikayet etmedim mi? Ettim. Sevmedim mi? Sevdim. Hem şikayet ettim hem sevdim. Çünkü yalnızlığın artılarının, eksilerinin bilincindeyim. Birileri ile tanışmak, birileri ile bir şeyler paylaşmak çok zor, çok yorucu geliyor. Bu konuda bir çabam yok bunun farkındayım ve bu yönüm eleştiriliyor. Zaten eleştirilmeyen bir tarafımız yok. Gözden kaçan bir nokta var. Toplumda yalnız yaşayanların nüfusa oranında ciddi yükselme var. Yani bu sadece benlik bir durum değil. Bu yüzden insanın kendini suçlamaması lazım. Yani ben niye yalnızım, niye böyleyim? Tek başına yaşayan insan sayısı artıyor. Bu sosyal bir problem, toplumsal bir mevzu. Bu sadece kişisel bir şey değil. Modernleşme ve kentleşmenin bir yan etkisi olarak bireyselleşiyorsun. Ayrıca bakınız; Hikikomori. Kalabalığın içinde yalnızdım derken tam da bunu ifade etmek istiyorum. Yalnızlık, sadece bireysel bir tercih değil; aynı zamanda sosyal bir durum. İnsanlar bazen iyi sohbet ettiğim ya da Instagram’da paylaştığım gönderilere bakarak beni sosyal biri sanabiliyor. Oysa hiç de öyle değilim. İletişimim iyi olabilir ama aslında evde vakit geçirmeyi, kitap okumayı seven, ilgi alanları daha çok tek başına yapılabilecek şeylerden oluşan biri olabilirsin, değil mi? İşte bunların hepsi zamanla alışkanlığa dönüşüyor ve bir yerden sonra değiştiremiyorsun. İnsanlar bazen düşünmeden kırıcı eleştiriler yapıyor. ‘Korkuyorsun’, ‘korkaksın’ diyorlar. Peki, belki de gerçekten korkuyorum? Evet, korkuyorum. Birisiyle birlikte olmak, evlenmek… Ya yürümezse? Boşanma süreçleri zor, yıpratıcı ve üzücü şeyler. Bunlardan korkmak gayet normal değil mi? Bunun cesaretle ne ilgisi var? Kendini gerçekleştiren kehanet deniliyor mesela; sen ‘Hayır, olmaz’ diyorsun ve gerçekten de olmuyor işte. Ya da ‘öğrenilmiş çaresizlik’ deniyor; birkaç kötü deneyim ya da birinin ‘Sana karşı bir şey hissetmiyorum’ demesi yüzünden pes ediyorsun. Hep aynı şey olacakmış gibi düşünmeye başlıyorsun. Ama benim de aklım var, bunların farkındayım. Belki de mesele korku değil; belki de gerçekten istemiyorsundur. Bu kadar basit. Benim yaşam tarzım bir başkasına hiç uygun gelmeyebilir, bu yüzden tavsiye etmem. Ama aile hayatım yok diye aile hayatı yaşayan birini neden eleştireyim ki? Ya da ona ‘yanlış tercih yaptın’ deme hakkını kendimde göreyim İnsanın tabiatına daha uygun olan aslında aile hayatı, bu bir gerçek ve bunu kabullenmek lazım. Bu bireysel konfor tutkusu insanın yalnızlığını pekiştiriyor, bunun farkındayım. Bir noktadan sonra bunu değiştirmek de istemiyorsun. Kendine soruyorsun, ‘Öyle mi yaşamalıyım, böyle mi?’ diye, ama bir karar vermek o kadar da kolay değil işte. Yalnızlık çok melankolik görünüyor, evet, melankolik bir tarafı var ama bazı güzel yanları da yok değil. Zamanla buna alışıyorsun, hatta bazen hoşuna bile gidiyor. Elbette artıları ve eksileri tartışılabilir; her şey gibi yalnızlığın da bir sürü avantajı ve dezavantajı var. Yalnızlık üzerine düşündükçe şunu fark ediyorum: İnsan yalnızlığına alışınca, bu alışkanlığı kırmak kolay olmuyor. Bazen yalnızlıktan uzaklaşmayı istesen bile, o alışkanlıklar seni geri çağırıyor. Alıştığın düzeni, konforu bırakmak cesaret gerektiriyor; ama aynı zamanda bu cesaretin getirdiği tedirginlik, o güvenli mağaradan çıkmayı zorlaştırıyor. İşte bu yüzden, Tutunamayanlar’da geçen şu sözler benim için çok anlamlı: “Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim. Beni uyandır.” Bu sözler, yalnızlığı bir seçim ya da bir zorunluluk olarak gören herkesin hislerini ifade ediyor aslında. Çünkü yalnızlık bazen hem bir sığınak hem de bir tuzak haline gelebiliyor. O mağaradan çıkmak için cesaret gerektiği kadar, bu cesareti destekleyecek bir güven de lazım. Ve bu güven, kolayca bulunamayan bir şey. Bu yüzden yalnızlık, insanın kendi içine çekildiği, kendini koruduğu bir alan olmaktan öteye geçiyor; alışkanlığa, belki de bir yaşam biçimine dönüşüyor. Yalnızlık, hepimizin hayatında bir şekilde var olan bir gerçek. Kalabalıkların içinde yalnız olmak ya da kendi başına bir düzen kurmak… Her ikisi de aslında insanın hayatındaki yalnızlıkla yüzleşme biçimleri. Ne kadar kalabalık olursak olalım, yalnızlık bizi bir şekilde bulur. Ve belki de bu yüzden kalabalıklara karışmak isteriz; ama içimizdeki yalnızlık her zaman bizimle birlikte gelir. İşte tam da bunu düşündüğümde bana bir şeyhler oluyor “Yalnızlık, her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında…
Tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir, kıymetini bilmelidir, dedi…
Yalnızdır insan, hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
Kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir, ülke ülke.
Kalabalık arttıkça, artmaktadır yalnızlıklar.” Bu sözler bana yalnızlığın kaçınılmaz olduğunu hatırlatıyor; ama aynı zamanda yalnızlığın çaresinin de olduğunu… “İnsan, bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı; ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
Ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi… Peki, bu çare nedir? “Tek çaresi aşk’tır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın.
Aşkta zaten iki yalnızın, ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi… Yalnızlığın derin anlamı ve onunla baş etmenin yolu o kadar güçlü ifade edilmiş ki üzerine ne eklesem az kalır. Belki de insan, yalnızlığını kabul edip onunla yaşamayı öğrenirken, aşkı bir sığınak olarak görebilir. Ama aşk da iki yalnızın kendi yalnızlıklarını birbirine açmasıyla anlam bulur. Ve işte burada en büyük cesaret devreye girer: Kendi yalnızlığını göstermek ve karşı tarafın yalnızlığına alan açmak. Bu, belki de yalnızlığı aşmanın tek yoludur. Ben bu yolu beceremedim. Tanımaya, yer açmaya çalışsam da bunu yapamadım. Beceremedim. Kalp kırdım, kalbim kırıldı. Buraya kadar okuduysanız eğer hayatımın her alanında yalnızlık ile ilgili neler düşündüğümü neler hissettiğimi ve nasıl yaşamaya çalıştığımı şimdiye kadar paylaştım. Ama bazen, kendi yalnızlığını başkalarına açıklamak, onların yalnızlıklarına dokunmak o kadar kolay olmuyor. Kendi içsel huzurumu bulmaya çalışırken, başkalarına da alan açmaya çalıştım, ama sonunda hep bir boşlukla karşılaştım. Yalnızlık, her zaman farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Bazen kabullenmek, onunla barışmak gerekiyor; bazen de içsel bir savaş veriyorsun, karanlık yanlarını anlamaya, kabul etmeye çalışıyorsun. Ama hep aynı sonuca geliyorum: Yalnızlık, yaşamın bir parçası. Sonuç olarak, yalnızlıkla birlikte yaşamayı öğrenmek, onu daha sağlıklı bir biçimde kabullenebilmek, belki de hayatın en büyük zorluğudur. Ama bu süreçte, kalp kırılmalarının, hayal kırıklıklarının ve yalnızlıkla yüzleşmenin de kendi içinde öğretici bir tarafı var. İnsan, her kırılmada daha da güçleniyor, her yalnızlık anında daha da derinleşiyor. Ve belki de en sonunda, yalnızlığın farkına vardığında, bir başkasının yalnızlığını gerçekten anlamaya başlayabiliyorsun. Yalnız kalpler kırılmazlar Moya