“İntihar, felsefenin tek ciddi sorusudur.” — Albert Camus
Artık intiharı daha ciddi düşünmeye başladığımı fark ediyorum. Evet, geçmişte de zihnimi yoklayan bir merak, hatta belli bir düzeyde makul bulma eğilimi vardı. Ancak o zamanlar bu düşünceyi hemen karşıt argümanlarla dengelemeye çalışır, yaşamı savunan küçük gerekçeler üretirdim.
Fakat 30’lu yaşlardan sonra bu argümanların sayısı azalmaya başladı. Hayatın sıradanlığı, sürprizsiz bir döngüye dönüşmesi ve artık “iyi” anlamda şaşırmayacağımı kabullenmek—tam da bu içselleştirme süreci—intihar fikrini daha ciddi bir düşünsel uğrağa dönüştürdü diyebilirim.
Burada altını çizmem gereken bir şey var: Bu sözler depresif bir duygu durumunun ifadesi değil. Aksine, tam da Camus’nün Sisifos Söyleni’nde belirttiği gibi, insanın yaşamla kurduğu rasyonel hesaplaşmanın bir parçası.
Camus, Sisifos Söyleni’nde intiharı “felsefenin tek ciddi sorusu” olarak tanımlar. Çünkü ona göre insanın kendine sorması gereken ilk soru şudur: “Bu hayat yaşamaya değer mi?” Diğer tüm sorular —ahlak, toplum, başarı, mutluluk— bu sorunun gölgesinde kalır. Eğer yaşam temelde anlamsız bulunuyorsa, o halde devam etmenin mantıksal gerekçesi nedir?
Ben de kendi iç hesaplaşmamda bu soruya çarptığımı fark ediyorum. Hayata dair heyecanı kaybetmenin kendisi bir yas süreci gibi ilerliyor. Önce şaşırma yeteneği gidiyor, sonra umut kavramı köşelerinden aşınıyor ve geriye, otomatikleşmiş bir var olma hâli kalıyor. Sabah uyanmak, kahve koymak, bir işe gitmek, insanlarla konuşmak… Tüm bunlar, Camus’nün “alışkanlık” dediği şeyin ta kendisi.
Ve insan, alışkanlığın ritmine kapıldıkça yaşamakla hayatta kalmak arasındaki fark silikleşiyor. İşte tam bu noktada intihar düşüncesi karanlık bir arıza gibi değil, soğuk bir mantık kırılması olarak beliriyor. “Madem hiçbir şey beni şaşırtmıyor, madem bu döngü sonsuzca tekrar edecek… O halde neden sürdürmeliyim?” sorusu kendini dayatıyor.
Toplum intiharı çoğu zaman anlaşılmaz bir trajedi ya da zayıflık belirtisi olarak etiketler. “İnsan yaşamak ister”, “hayat ne olursa olsun güzeldir”, “umut her zaman vardır” gibi kalıplaşmış cümleler, düşünmenin kendisini bastırmak için devreye giren refleksler gibidir. Bu söylemlerin ortak noktası şudur: Yaşamın sorgulanamaz olduğunu varsayarlar. Hayatı sürdürmek, doğal ve makbul olandır; sorgulamak ise bir sapma, hatta çoğu zaman bir kusur olarak görülür.
Oysa bireyin içinde işleyen düşünce bambaşkadır. Çünkü insan bir noktadan sonra yaşamayı otomatik bir eylem olarak değil, mantıksal bir seçenek olarak görmeye başlar. İşte tam burada çatlak oluşur: Toplum, yaşamı zorunluluk olarak tanımlar; birey ise bir tercih hâline getirir. Bu fark, belki de intihar düşüncesinin en rahatsız edici yönüdür — çünkü varoluşu irade alanına çeker.
Camus’nün bahsettiği “alışkanlık”, yalnızca gündelik rutin anlamına gelmez; insanın hayata olan algısının körelmesi demektir. Her gün benzer saatlerde uyanmak, aynı yollardan geçmek, aynı cümleleri kurmak… Bu döngü içinde yaşamak, giderek hayatta kalmaya dönüşür. Ve insan farkında olmadan şu soruyla yüzleşir: “Ben gerçekten yaşıyor muyum, yoksa sadece sürüyor muyum?”
Bu soru hafiftir ama yıkıcıdır. Çünkü cevap çoğu zaman içten içe bilinir: Devam etmek, yaşamakla aynı şey değildir. İşte intihar düşüncesi, bu farkındalığın duvarına çarpıldığında belirir. Bu noktada intihar fikri, bir kaçış olarak değil, aksine gerçekle yüzleşme cesareti olarak görünmeye başlar.
İntihar üzerine konuşurken çoğu anlatı onu bir “vazgeçiş” olarak çerçeveler. Oysa bazı zihinler için intihar fikri, hayatı yadsımak değil, onun değerini matematiksel olarak ölçmeye çalışmaktır. Bu ölçümde umut, başarı ya da mutluluk gibi kavramlar otomatik olarak değil, yeniden tartılır. Ve belki de işin en radikal tarafı burada: İntiharı düşünen kişi hayatı hafife alan değil, aksine ciddiye alan kişidir.
Bazen kendimi bir sabah rutininin içine sıkışmış halde buluyorum. Alarm çalıyor, aynı ses. Kalkıyorum. Su içiyorum, aynaya bakıyorum — yüzümde bir ifade yok, ne iyi ne kötü. Sadece nötr. Belki de en tehlikeli yer tam burası: acı çekmekten değil, hiçbir şey hissetmemekten söz ediyorum.
Eskiden beklediğim şeyler vardı. Bir etkinlik, bir yolculuk, bir ihtimal… Birinin beni heyecanlandıracağı, bir şarkının kalbimi hızlandıracağı, bir yerin bana “burada yaşanır” dedirteceği anları beklerdim. Şimdi fark ediyorum ki o beklentilerin çoğu sessizce düştü üzerimden. Yerlerine sakin, hatta biraz kayıtsız bir kabulleniş geldi. “Olması gereken neyse olur, ben de içinden geçerim” gibi bir tutum.
Tam da bu noktada kendime sormaya başladım: “Bu hal —yaşamak mı, yoksa sadece zamanı tüketmek mi?”
Çünkü itiraf etmeliyim, bazen günleri tükettiğimi hissediyorum. Üstelik büyük bir dramla değil; aksine gayet sakin bir şekilde. Sessizlik içinde, gündelik işlerin arasına sızmış bir farkındalık: “İşte bugün de bitti, yarın da muhtemelen böyle geçecek.”
Bu farkındalık, düşündüğüm gibi karanlık değil aslında. Belki biraz soğuk, ama berrak. Camus’nün söylediği gibi “İnsanı intihara götüren şey büyük acılar değil, sabitlenmiş bir sıkışmışlık duygusudur.” Hayatın artık beni şaşırtmayacağına dair içsel bir hüküm, o şaşkınlık yetisini kaybettiğimi fark etmek…
Tam bir tarih veremiyorum. Bu bir kırılma değildi, daha çok sızarak ilerleyen bir değişimdi. Bir sabah uyandığımda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” demedim. Tam aksine, her şey fazla aynıydı. Değişen şey hayat değil, hayata dair içsel tepki katsayım oldu. Beklentinin dozunu bilmeden düşürmeye başlamışım; önce heyecan ihtimali azaldı, sonra umut dediğimiz o belirsiz titreşim… En sonunda da şaşırma yeteneği.
Ve şunu fark ettim: İnsan hayatı kaybettiği anda değil, şaşkınlığını kaybettiği anda yaşlanıyor. Bedensel yaş değil bu — varoluşsal bir yorgunluk, sessiz bir tükenme.
O yüzden diyorum ya, mesele melankoli değil. Bu his bir duygu değil, bir tespit. Soğukkanlı, sakin, neredeyse analitik.
Market kuyruğunda beklerken herkesin yüzüne bakıyorum. Herkes meşgul, herkes bir yere yetişiyor. Ben ise elimdeki ürünü tutarken içimden sadece şu geçiyor: “Bu da geçecek. Sıradaki gün gibi.”
Bilgisayar başında bir işin içinde kaybolmuş gibi yapıyorum. Dosyalar açılıyor, pencereler kapanıyor, mail cevaplanıyor. Ama bazen bir saniyeliğine elim mouse’un üzerinde duruyor. Ekrana bakıyorum ama aslında hiçbir şey görmüyorum. İç ses: “Tamam, bunu da yapıyorum. Sonra?”
Kahveyi karıştırırken kaşık bardakta tur atıyor. O an, sanki zaman biraz yavaşlıyor. Ses yok. Sadece dönüp duran bir sıvı ve ben. Sebepsiz bir farkındalık: “Yaşıyorum, evet. Ama neden?”
Bu anlar dramatik değiller. Büyük bir çöküş değil, aksine sessiz ve temiz bir bilinç açıklığı. İnsan böyle anlarda intiharı “hazırlandığı bir son” gibi değil, bir olasılık olarak düşünmeye başlıyor. Belki de en çıplak haliyle: “Yapmak zorunda değilim.”
Tarihte bugün diye açıp bakıyorum bazen; geçen sene bugün bir yerde gülmüşüm, üç sene önce bir konserdeymişim, bir fotoğrafın içinde kalmışım; hepsi güzel, evet, ama fark ettim ki artık yaşamıyorum, sadece hatırlıyorum. Kendimi hep geçmişin kıyısında bulan biri oldum; bugüne tutunmak yerine eski bir güne yaslanıyorum. Sanki hayat geçmiş zaman kipinde sürüyor; şimdiki zaman ise sadece arada bir nefes almak için var — hem zaten bugüne tutunmak da eskisi kadar keyif vermiyor. Ve bu yüzden artık umut etmiyorum, sadece duruyorum. Ütopyalar güzeldi. Şimdi onların yerini — adı bile konmayan sakin bir vazgeçiş aldı.