Biblical
Limewire, Ares, Napster’dan indirilen; hatta dümdüz radyodan kasete çekilen parçaları kanlı canlı dinlemek, dünyanın en güzel duygusu. Tüm imkânsızlıklar içinde dünya ile bağ kurabilmek, sanırım bu hayattaki en büyük başarım. Gelelim Oasis’e. Biletlerin nasıl kuyruklar oluşturduğunu, ödeme sistemlerinin nasıl çöktüğünü anlatmaya gerek yok. Bu sadece bir konser değildi; ailenin bir araya gelişiydi.
Asla sıkı bir Oasis fanı olmadım ama dinlerken çok sevdiğim, çok eğlendiğim bir gruptu. Özellikle Liam’ın daly*raklığı, Noel’in efendi duruşu, Bonehead’in şiir gibi çalması… Ve daha nice sevdiğim yanları var bu grubun.
Tarsus’un Tekke Mahallesi’nde büyümüş biri olarak, hep hadsiz hayallerim oldu. Oasis’i canlı dinlemek de bunlardan biriydi. Grubun dağılması, yıllar içinde birbirlerine laf çarpmaları ve bireysel olarak nispeten başarılı kariyerler yürütmeleri, bu hayalin hayal olarak kalacağını düşündürüyordu. Ta ki geçen sene gelen o muhteşem duyuruya kadar.
Biletlerin satışa çıkacağı gün alarm kurmuştum. Fakat bir gün öncesinde, hayatımın en kötü tartışmalarından birini yaşadım. Her neyse, o başka bir yazının konusu.
Çanakkale – İstanbul yolu arasında, 84 bin kişilik sırada bekledim. VIP de olsa, o biletleri alacaktım. Lakin başaramadım. Tıpkı gece yaşadığım tartışmayı yönetemediğim gibi.
Aradan zaman geçti. Her ay düzenli olarak Ticketmaster’a girdim; resale bilet var mı diye. 3–4 kere bilet buldum. Ama 84 bin kişilik sıradan sonra ödeme ekranı yine çökmüştü. Aynı hatayı resale biletlerde de yaşadım. Artık “Herhalde böyle bir bilet yok, tıklanma almak için koyuyorlar” diye düşünmeye başlamıştım.
17 Haziran akşamı, “Hadi bir daha bakayım” dedim. Ortada ne otel rezervasyonu vardı, ne uçak bileti. “Zaten yine hata verir” dedim kendi kendime. Kart bilgilerini girdim ve sonuç: 🎉 Bileti almıştım.
Sonrası küfür kıyamet: “Lan nasıl olur?”, “Hiç hazır değilim!” vs… Ama bir yandan da Oasis’i kendi memleketlerinde izleyecektim.
Hemen bir uçak bileti (böbrek parası), Sonra bir otel rezervasyonu… Derken artık tamamen hazırdım.
Dediğim gibi, ben bir Oasis fanı değilim. Ama onlar, hayatımın çok farklı anılarında kendilerine yer buldu. Planlı, programlı değil.
Konser öncesi çoluğun çocuğun rızkını harcadığım merch’ler, Konser alanına giderken yaşadıklarım, Konser sırasında olanlar… Hepsi nefis anılar. Her biri ayrı hikâye.
Hatrı sayılır bir konser tecrübem var ama Heaton Park’ta yaşadıklarım, en unutulmaz olanlardı.
Cigarettes & Alcohol çalarken, Sırtımızı sahneye dönüp, Tanımadığımız ama yıllardır tanıyormuşuz gibi hissettiğimiz insanlarla Omuz omuza sarılıp zıplamamız… Sanırım o günün özeti buydu.
Bir klasik olan fırlatılan bira bardaklarıyla duş almak ise cabasıydı.
Ama en ikonik ve duygusal anlardan biri – Wonderwall hariç – Konser bittiğinde, kalabalık dağılmaya başladığında Parktan çıkarken konser boyunca arkamda duran baba-oğul ile tekrar karşılaşmaktı.
Gerçekten, bu kadar kalabalıkta nasıl denk geldik bilmiyorum. Çünkü ben bayağı yollardan saptım.
Birbirimize “Seneye görüşürüz” dedik. Selamlaşıp ayrıldık.
Oasis’i izlemek çok büyük bir hayat tecrübesi oldu. Ama Oasis’i Manchester’da izlemek… İşte o, hepsinden çok daha kıymetli ve güzeldi.