Zaman dediğin, saatin tik-taklarıyla değil, yüreğin çarpa çarpa yorulmasıyla ölçülür. Değişmek? O bir zaman meselesi. Kabullenmek? O da bir zaman meselesi. Ama şimdi, tam da şu anda, ayrılmamız mı gerekiyordu? Hayır, efendim, tiyatroda buna “perdeyi yanlış yerde indirmek” derler. Daha oyunun ortasındayız, replikler bitmedi, dekor hâlâ sağlam, elimizde koca bir sahne var; her şeyi düzeltecek kadar geniş, her şeyi anlatacak kadar derin.

Belki ilerde yollar çatallanırdı, olabilir, hayat bu, bazen sağa sapar, bazen sola çarpar. Ama yöntem bu mu olmalıydı? Savrulmak, yaralanmak, üstüne bir de sahne tozu yutmak… Hak ettik mi bunu, hiçbirimiz? Hem de bu kadar severken, bu kadar yakınken, neredeyse birbirimizin repliklerini ezberlemişken! Zamanı mıydı şimdi bu finalin? Yoo, erken alkış bu, seyirciyi kandırmaca!

Elimde bir gökyüzü vardı, biliyor musun? Hani şu yıldızlı, mavi kadifeden dikilmiş, ikimize de bol bol yetecek kadar uçsuz bucaksız olanından. Elimde bir gelecek vardı, cebimde iki bilet, biri sana, biri bana, üstüne de “mutlu son” yazılmış. Tamam, geç kaldım, kabul, sahneye biraz rötarlı çıktım. Hatalıyım, evet, dekoru devirdim, birkaç repliği unuttum, seni üzdüm, seyirciden yuh bile yedim belki. Ama şunu da biliyorum, o ilk perde açıldığından beri, o son şansı hak edecek kadar kendimdim ben. Senin gördüğün, senin sevdiğin o adam olarak geldim kapına.

Geç kaldım, evet, saatler şaşırdı, takvimler kaydı ama o kadar da uzak değildin. Bir sahne mesafesi, bir alkış yakınlığı, bir “perde!” deyiversek düzelecek kadar.